Bir hayli yoğun bir döneminizin arasında sizi yakalamış olmanın keyfiyle biriken tüm sorulara giriş yapmadan en baştan başlamak istiyoruz Salih Bademci’nin hikayesine. İzmirlisiniz. Bizler de İzmir’den çıkmış ve ulusala yayılmış bir dergiyiz. Ne güzel bir tesadüf. İstanbul maceranız İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’na girişiniz ile mi başladı?
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi sosyoloji bölümünde okumak için İstanbul’a gelmiştim. 2 sene sosyoloji okuduktan sonra planlar bambaşkayken bir arkadaşımın tavsiyesi ve yönlendirmesiyle konservatuara hazırlanıp konservatuar sınavlarına girdim. Kazanınca da “hayır” diyemedim. Çünkü “Aa ben yetenekli miyim?”, “Yoksa ben oyuncu olabilir miyim?” duygusu geldi. Konservatuarda okumaya karar verdim bir anda ve tüm planlarımdan vazgeçtim. Normalde hukuk ve reklam da düşünüyordum; sosyoloji da ayrıca okumak istediğim bir bölümdü. Reklamcılığa girmek için tekrar sınava girdiğim ama kendimi konservatuarda bulduğum bir dönem oldu.
Hemen başladı değil mi oyunculuk hayatınız? 2007 yılındaki Barda filmiyle hatırlıyorum. Ardından da Elveda Rumeli dizisiyle devam etti.
Konservatuara 2004 yılında girmiştim ve 2007 yılında dediğiniz gibi ‘Barda’ geldi. Öncesinde kısa filmlerde oynamıştım. Tiyatro yapmaya başlamıştık; hatta Siyah Beyaz ve Renkli’nin da kurulma aşaması o yıllara denk geliyor. O dönemde ‘Barda’ geldi. İlk profesyonel işim diyebileceğim projeydi. Sonra Serdar Akar, konuk oyuncu olarak beni ‘Elveda Rumeli’ye çağırdı. Ancak asıl ilk devamlı işim ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’ oldu.
Öyle Bir Geçer Zaman Ki, Ulan İstanbul, Kiralık Aşk, İstanbullu Gelin derken liste bir hayli uzuyor. Beklediğiniz bir şey miydi dönemin hep en iyi dizilerinde yer almış olmak?
Galiba biraz hem şans bu konuda yardımcı oldu hem de sektöre girip biraz tanınmaya başladıktan sonra okuduğun senaryo ve çalıştığın yönetmenler artık seçimlerine etki etmeye başlıyor. Kendine bir çizgi belirlemeye başlıyorsun. Hem şans hem de menajerimle birlikte yaptığımız tahlillerimiz ve kendi sezgilerim bana destek oldu bu anlamda. Sonucunda çok güzel bir yola girdim ama açık konuşayım böyle her daim çok güzel işlerde olacağım veya olmalıyım gibi bir hırsım yok. Tabii ki isteğim var ama hırsım yok. Çünkü en nihayetinde bu hayat ve gidişatı kestiremezsiniz önden. İnsan kendini böyle bir strese de sokmamalı diye düşünüyorum.
İstanbullu Gelin’den sonra mecburi bir ara verdiniz, malum pandemi girdi devreye. 2020’de hayatınıza başka bir renk dahil oldu, kızınız İklim. Nasıl geçti pandemi dönemi? Herkesin kötü anımsadığı pandemi sürecinde evde bir bebek kokusunun varoluşu sizde bambaşka hisler bırakmıştır eminim.
Tam olarak öyle oldu. Biz pandemiyi aslında kendi adıma söyleyeyim yaşamamayı tercih ettik biraz. Çünkü çocuk sahibi olmak aslında planlarımız arasında pek yoktu ve spontan gelişti. İklim’in geldiği dönemde de pandemi patladı. Olabildiğince pandeminin bizim için bu eşsiz sürecin önüne geçmemesi için çabaladık. Gölge düşürmesini istemedik. O nedenle bizim için çok keyifliydi. Bu kadar güzel işler yaptıktan sonra tabii bir süre de olsa iş yapamıyor olmak insanı anlık da olsa panikletiyor. Çünkü malum hepimiz için bir sonraki adımı belirsizliklerle dolu olan bir 3 sene yaşattı pandemi. Bu sırf bizim sektör için değil, her sektör için geçerliydi. Bir panik yaşadık ama İklim bu anlamda bizi en çok rahatlatan, sağaltan ve her şeyi unutturan bir faktör oldu. O dönem iş yapmıyor olmak da bir noktada şansımız oldu. Çünkü çok keyifli bir 1 sene geçirdim İklim’le. Çok mutlu hatırlıyorum o dönemi.
Özellikle son 3 yıldaki ataklarınız takdire şayan. Şanslı olduğunuzu düşünüyor musunuz yoksa çok çalışarak elde ettiğiniz başarılar mı sizce?
Bir yandan çok şanslı olduğumu düşünüyorum ama çabamı ve çalışma hırsımı, disiplinimi, genel olarak sektördeki duruşumu ve tavrımı da bu anlamda es geçemeyeceğim. Çünkü insan gerçekten tercihleriyle var. Buna özen göstermeye çalışıyorum. Benim ağzımı sulandıracak, avcumu kaşıyacak rolleri seçmeye çabalıyorum. Kesinlikle şansa çok inanıyorum. Ama insan emeğinin de şans deyip öteleyeceğimiz bir şey olduğunu düşünmüyorum.
2021-2022 sizin için dijital dünyaya hızlı giriş yaptığınız bir dönem. İlk ve Son dizisiyle başlayalım mı? Bambaşka bir kurgu, soluklu bir dizi, Özge Özpirinçci gibi iyi bir partner ve 10 yıllık ilişkinin bitmesiyle başlayan sancılı günler. Nasıl bir proje oldu sizin için? Oldukça ses getirdi dijital tarafta.
‘İlk ve Son’, benim gerçekten “en”lerimden olan bir iş. Dört dörtlük bir proje benim için. Senaryoyu kaleme alan Hakan Bonomo’ya binlerce teşekkür ediyorum. O kadar güzel bir senaryoyla karşıma geldi ki… Özge zaten muhteşem bir partnerdi, çok iyi bir arkadaştı. Bu kadar güzel ve özel bir bağ kurup böylesine değerli bir arkadaş kazandığım için ona çok minnettarım. Cem Karcı bir yönetmen olarak oyuncuyla birlikte senaryonun da üstüne bir şeyler koyduğu ve harika bir iletişime sahip olduğu için ona da ayrı minnettarım. O dönem BluTV’nin yöneticisi Müge Turalı’yı da es geçemeyeceğim. Türkiye’deki dijital platformlar arasında gerçekten görülmemiş bir iş yaptı bana göre. Kendi janrında Türkiye’de yapılmış en iyi işlerin başında gelir bence. Ne kadar abartırsam o kadar mutlu oluyorum ‘İlk ve Son’ özelinde. Çok seviyorum.
Fazlasıyla sevişme sahneli bir dizi. Bu konuda endişeleriniz oldu mu başlangıçta?
Senaryoyu okuyunca tabii ki ister istemez oluyor çünkü yönetmen nasıl çekecek bilmiyorsunuz. Cem’le biz ‘Kırmızı Oda’da çalışmıştık ama dört bölümdü, başka bir dili vardı o dizinin. ‘İlk ve Son’da ne yapacağını çok merak ediyordum. Özge’yi hiç tanımıyordum öncesinde. Gıyaben tanıdığım biriydi. Ama bir araya gelip çalışınca o sinerji o kadar çabuk doğdu ki ve yazılan o güzel sahneler üzerine yönetmen ve oyuncu birlikteliği, oyuncuların kendi aralarındaki birliktelik o kadar güzel yansıdı ki benim için. O sahneler hiç zor ya da gergin geçmedi. Çok rahat aktı gitti ki, Özge’nin hamileliğine rağmen. Burada Özge’ye tekrar teşekkür etmem lazım. O sahneler dizinin içinde hiç göze batmadı bile. Sevişme sahneleriyle anılacak bir iş olur mu tedirginliğini yaşamıştık öncesinde ama asla olmadı. O kadar iyi yazılmış ve kurgulanmıştı ki çok doğruydu.
Siz de evlisiniz, hem de konservatuvar arkadaşınızla. Bu denli inişli çıkışlı ve sorunların sıkça yaşanmaya başladığı bir ilişkiye gerçek hayatta tahammül edebilir miydiniz?
Ben kendim Salih olarak tahammül edemem. Çok toksik bir ilişki ve ben de hayatım boyunca ondan uzak durmaya çalışmışımdır. Ben huzur arayan biriyim. Kendim biraz huzursuzum belki ama toksik ilişki insanı değilim.
Sonrasında da ekranlarda yine farklı bir hikayesi ilgili çekici olan bir senaryoda izledik sizi, Yalancı. İngiliz yapımı olan Liar’ın uyarlaması. Yine iddialı bir kadro ve Burçin Terzioğlu ile partnerlik. İlk bölümünden beri sıkı takipçisi olan biri olarak 10.bölümde final yaptınız. Bu tarz hikayeler Türk toplumu için biraz daha ağır mı kaçıyor sizce?
Hayır, hiç ağır değildi. Gündüz kuşağındaki programlara baktığınızda onları izleyip dizilere ağır demek haksızlık olur. Çok güzel ve benim de içinde bulunmaktan gurur duyduğum bir işti. Maalesef reytinglerde karşılığını alamadı ama hem kendi adıma oynadığım rol açısından showreel’ıma gururla koyacağım bir projeydi. İşin tutmamasının sebebi senaryosal anlamda, işin kurulumu anlamında bazı yerlerin atlanmasıydı. Bizden olma tarafını yakalayamadı bana göre. Reytinglerde o nedenle karşılığını yakalayamadı. Hala bazı sahnelere denk geldiğimde keyifle izliyorum ve mutlu oluyorum.
Ve bir yandan devam eden diğer projeleriniz varken başrolün hakkını fazlasıyla verdiğiniz diğer projeniz Kulüp. Müthiş bir yapım, tekrardan emeğinize sağlık. Kulüp, tam anlamıyla Salih Bademci’nin yeniden doğuşu projesi gibi bizim gözümüzde. Sence de öyle mi?
Öncelikle teşekkür ederim ki o işin başrolü müyüm soru işareti çünkü o işin başrolü yok, ansambıl bir işti. Sizin zarif yorumunuz olmuş.
Türkiye dizi sektörünün kraliçesi diyebileceğim Zeynep Günay Tan’la beraber yol kat edip engelleri aşmaktan her zaman çok mutlu oldum. O yüzden onun her işi gibi ‘Kulüp’ de bir ansambıl projesi. Başrol işi değil. Zeynep Günay Tan, beni ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’ ile beni oynatan ve bu piyasaya girmemi sağlayan kişidir. ‘Kulüp’ de bu anlamda onun sayesinde çok parlak bir iş oldu. Çok takdir topladı. Böylesine “dişil” bir rol dediğimiz Selim’in bu denli beğenilmesini ben de beklemiyordum pek. Bu kadar sivri ve renkli bir karakter gerçekten nadir işlenmiştir hatta Selim’in tonuna baktığımızda ilk defa işlenmiş bile diyebiliriz belki. Biraz rolün de o anlamda desteği var yazım olarak.
Assolist Selim’in hayata karşı duruşu, duygusallığı, dostluğu ve en dikkat çekici kostümleri. Kulüp’ü biraz da sizden dinleyelim mi?
‘Kulüp’, aslında bir ev; ötekileştirilmiş insanların, hayata tutunmaya çalışan, direnen ve umut besleyen insanların sığındığı bir ev. O yüzden Türkiye gibi. Selim’in de bu minvalde çok güzel bir repliği vardı dizide: “Kendi şovumu Türkiye gibi tasarlamak istiyorum” diye. Çok kozmopolit, aynı zamanda çok kaotik bir yere sahip ‘Kulüp’ tıpkı Türkiye gibi.
Kostümler konusuna gelecek olursak da evet, Selim şovuna çok önem veren biri. Yenilikçi olmak istiyor, süregelen alaturka tarafa bir karşı duruş olarak kendi çizgisiyle ön plana çıkıyor. Sahneye yenilik getirmek istediği için avangart kostümler tercih ediyor. Kendi hayalleri, çizimleri olan biri. Hayallerinin peşinden korkusuzca koşan bir karakter Selim.
Bu denli yoğun projelerle geçen birkaç yılın sonunda durup kendinize ‘işte tamam, şimdi oldu’ dediğiniz oldu mu bu sürede?
Hayır hiçbir zaman olmadı. Diyemem de; ben kendisini o kadar beğenen biri hiçbir zaman olamadım. Yapamayacağım bunu. Daha gidilecek çok yol, oynanacak da çok rol var. Daha iyi oynanacak roller var. Her zaman “daha”sı var benim için.
Bu yoğun tempoda birden durduğunuzda boşluğa düştüğünüzü hissediyor musunuz? Yoksa ara ara durmadan yola devam etmekten korkmayanlardan mısınız?
Ben yola devam etmeyi tercih ederim, durmaya inanmıyorum. Çalışırken de birden fazla işte çalışmaya inanıyorum. Çünkü çalışırken insan kendine pek çok şey katabilir. Durmak benlik değil pek. Durduğum ve boşa düştüğüm zaman kendimi daha işe yaramaz hissediyorum. Daha panikliyorum belki de. O nedenle şeytan azapta gerek, devam ediyorum.
Eşiniz de oyuncu. Aynı mesleği yapmanızın artılarından çok eksileri mi oluyor?
Hiç eksisi olmuyor. Aksine biz bir de konservatuarda sınıf arkadaşı olduğumuz için birbirini çok iyi tanıyan insanlarız hem oyuncu hem arkadaş olarak. O yüzden böyle birbirimizi eleştirmek, beğeni ve beğenmediğimiz noktaları paylaşmak gibi “lüks” diyebileceğimiz paslaşmalarımız oluyor. O anlar benim için artı taraflar. Benim hayatımda “nasıl olmuş?” diye gönül rahatlığıyla sorabildiğim ilk insan İmer.
Bu arada devam eden reklam iş birlikleriniz de çok ilgi gördü ve sevildi. Yakın gelecekte var mı yeni proje?
Şu anda yok ama açık konuşayım özellikle Setur’u çok beğendim ben de. Çok güzel, çok enerjik, çok tatlı, çok keyifli ve çok orijinaldi. Burada başta yönetmenimiz Ozan Yalabık olmak üzere tüm bu proje için çalışan ekibe çok teşekkür ediyorum.
Bir de hali hazırda bir yandan yürüyen oyunlarınız var. Şimdilerde Yılmaz Erdoğan’ın yazdığı, Serdar Biliş’in yönettiği Aydınlıkevler Mart ayında yolculuğuna başladı. Malum pandemide hepimiz unuttuk sinemaya gitmeyi, tiyatro izlemeyi. Nasıl bir hikaye bekliyor izleyiciyi?
Ben bu işi kabul ederken açıkçası hikayeye hiç bakmadım bile ilk etapta. Çünkü Yılmaz Erdoğan neredeyse 20 sene sonra bir tiyatro metniyle karşımızda. Demet Akbağ ise 15 yıl sonra tekrar sahnede. Bence kimse için konu ilk etapta önemli olmadı; buna seyirci de dahil. Ben sadece Yılmaz Erdoğan yazdığı ve Demet Akbağ oynadığı için bu işin bir parçası olmayı istedim. Çünkü BKM ve bu iki usta isim benim çocukluğumun özeti aslında bir noktada. O dönemde hayranlık duyduğum bir ekipti. İşin içeriği benim için sonradan geldi ama bu iş herkesin özlediği bir tadı ilk anından itibaren hissettiren bir metne ve rejiye sahip oldu. 70’li yıllardan ülke profilini izleyicilerle paylaşıyor.
Yine harika bir kadro; Demet Akbağ, Burak Dadak, Sinem Ünsal, Sevda Baş derken listemiz yine uzun. İstanbul için duyduğumuza göre bilet bulmak bir hayli zor. Oyunun turnesi başlayacak mı?
Yaz boyunca hem İstanbul’da açıkhavada oynayacağız hem de Ege, Akdeniz başta olmak üzere biraz gezeceğiz.
Her geçen gün dijital dünya ile ilişkimiz artışa geçiyor. Bu da zaman zaman hepimizi ürkütmüyor değil. Bir oyuncu olarak bu denli dijitale evrilme fikri sizi korkutuyor mu hiç?
Hiç korkutmuyor aksine nefret ettiriyor. Dijital dünyaya ve de çalışacağına inanmıyorum. Kullanılabilir bir alandır, herkes keyfine baksın ama kimse umut bağlamasın bence. Bu arada dijital dünyadan kastım sosyal medya. Sosyal medya için söylüyorum bunu.
Sosyal medya ile aranız nasıl? Sizin günlük rutinlerinizi instagramdan takip etmemiz mümkün mü mesela? 1.2 M takipçiniz var!
Ben bir oyuncuyum ve Salih Bademci olarak gündelik hayatımla, günlük rutinlerimle göz önünde olmayı sevmiyorum. Güzel fotoğraflar paylaşmak tabii çok tatlı ama insanları kendi hayatıma ortak etmek gibi bir gayem yok. O yüzden sınırlı kullanıyorum.
Bir röportajınızda okumuştum; jön olma fikrinden uzak olduğunuzu, o elbisenin size dar geleceğini söylemişsiniz. Neden öyle düşünüyorsunuz? Eminim ki şu an izleyiciyi toplasak ve oylasak özellikle son projelerinizdeki başarılarınızla jön olduğunuzu savunan oldukça geniş bir kitle çıkar.
Çıkamaz bence. Başrol olmam gerektiğini savunan bir kitle çıkabilir belki. Jön ile başrol kavramı çok apayrıdır. Bunu o röportajımda da söylemiştim ama bazen başlıklar malum farklı seçilebiliyor söylenenden. Jön ve jönfi olarak adlandırılan roller bana her zaman yazım olarak daha tektip ve lineer gelir, prototip gelir; oynaması çok zevk vermez. Genelde iyi başlayıp, iyi biter. Ben de bundan irrite olurum. Karakterin yolculuğu olsun isterim. Jön ve başrolün birbirinden ayrılması gerekiyor bence.
Hayata karşı bir mottonuz var mı?
Bitecek bir gün.